Bazı şehirler, o şehirlere yeniden hayat veren, o şehirlerin tarihinde beyaz bir sayfa açan devrimci kişiliklerle beraber anılırlar. Ali la Pointe’in Cezayiri, Simon Bolivar’ın Caracası gibi… Gdansk denilince de akla Lech Walesa gelir. Çocukluğunu ve gençliğini benim gibi 1980’li yıllarda yaşamış olanlar için Lech Walesa akıllara kazınmış bir simge kişilik. Hayatımda ilk defa Lech Walesa’nın Gdanskı’na ayak basarken, Baltık’ın bu fırtınalı şehri hakkında zihnimdekiler 1970 ve 80’lerin çatışma dolu televizyon görüntülerinden ve lapa lapa yağan karın altında grev yapan solgun bakışlı tersane işçilerinden ibaretti. Dolayısıyla da karşılaşmaya hazırlandığım Polonya manzarası, komünizmin sancılı günlerinden henüz yirmi yıl önce çıkan; kapitalizme, market ekonomisine, Batı dünyasının patırtısına uyum sağlamaya çalışan bir ülke ve bu ülkenin ayakta durmaya çalışan insanlarından fazlası değildi.
Ancak zihnime yerleşmiş olan Gdansk ile gerçekte var olan Gdansk’ın birbirinden farklı olduğunu henüz havalimanından çıkıp şehre uzanan yolda giderken anlamıştım. İki tarafı modern apartman blokları, siteler ve bahçeli villalarla, Fransız ve Alman patentli hipermarketlerle, rengârenk mağazalarla dolu bir yolda… Gdansk’ta geçmiş ve bugün arasındaki fark gözle görülür boyutlardaydı. Değişim şaşırtıcıydı…
Danzig’ten Gdansk’a
Gdansk’ın tarihi 7. yüzyıla kadar uzanıyor. Gdansk, yüzyıllar boyunca Baltık Bölgesi’ndeki diğer limanlarla beraber Hansa Ligi’nin önemli kentlerinden birisiydi. Tarihin her döneminde Almanca konuşan nüfus çoğunluktaydı ve şehri ‘Danzig’ diye adlandırmışlardı. Almanlar, Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda kaybettikleri şehri İkinci Dünya Savaşı yıllarında tekrar işgal ettiler. Gdansk belki de tarihinin en dramatik günlerini 1940’lardaki işgalde yaşadı. Bu dönemde Naziler gizliden gizliye etnik temizliğe başladılar. Polonyalı Yahudilerin şehirden kaçabilenleri kurtuldu. Kalanlar ise kentin hemen dışında Stutthof Toplama Kampı’nda veya Piasnica Ormanları’nda acımasızca yok edildiler. Savaşın son yıllarında kent Kızıl Ordu ve Alman ordularının karşılaşmasına sahne oldu. Nüfus hızla erirken şehir de bombardımanlarla yerle bir oldu. Yüzyılların mirası tarihi binalar yok edildi.
Kentin eski kesimi Glowne Miasto’yu boylu boyunca kat eden ve sadece yaya trafiğine açık olan ana cadde Dlugi Targ’da yürürken tüm bu olan biteni korkuyla gözümde canlandırıyorum. Tamamı, orijinalinden esinlenerek savaştan hemen sonra inşa edilen eski görünümlü binalardan henüz altmış yıl önce ceset kokuları geldiğine, sağlı sollu kafelerinde gençlerin huzurla oturduğu bu caddenin bir zamanlar üzerinde duman tüten bir enkazdan başka bir şey olmadığına inanmak güç. Dluga Targ’da geçmişin hüznü ve geleceğin umudunu aynı anda hissediyorum.
‘Dayanışma’yla Hayat Bulan Şehir
2. Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda savaştan bitkin çıkmış Polonya, Sovyetler Birliği’nin güdümüne girdi. Gdansk da diğer Doğu Bloğu şehirleri gibi uzun yıllar sürecek bir sessizliğe gömüldü. Kent, büyük atılım için 1970’li yılları, Lech Walesa’nın sahneye çıkmasını bekledi adeta. Bu pos bıyıklı, güleç yüzlü, ılıman bakışlı sendikacı ve insan hakları aktivisti, Polonya’nın komünizmden kopmasında ve demokratik bir devlet olmasında başrolü oynadı. Gdansk sokaklarında 1970’lerde yaşananlar, sadece o güne dek hayatını sıradan bir elektrikçi olarak sürdüren Walesa’nın ve Gdansk’ın hayatında değil aynı zamanda Polonya’nın tamamında yaşanacak tepeden tırnağa bir değişiminin habercisi oldu.
Lech Walesa’nın önderliğinde, bundan tam otuz yıl önce, 1980 sonbaharında Gdansk kentinin Lenin Tersanesinde “özgür sendikalar” sloganıyla bir grev dalgası patlak verdi. Bu işçi hareketi kısa sürede, önce Gdynia ve Szceznin tersanelerine, daha sonra tüm ülkeye yayıldı; 10 milyon işçiyi bir araya getirdi, şiddete başvurmadan radikalleşti ve Polonya’nın daha demokratik, daha özgür, daha adil bir ülke olması için büyük bir itici güç oldu. Doğu Bloğu’nun ilk bağımsız sendika hareketi olan Solidarność’u (Dayanışma) Gdansk’ın pas kokan tersanelerinde başlatan ve kitleleri sürükleyen karizmatik Walesa, defalarca tutuklandı, sorgulandı ve hapis yattı. Ancak, hiçbir yüksek eğitimi olmayan bu cesur sendikacının mücadelesi hiç bitmedi. 1980’de grev yapan tersane işçileriyle komünist Polonya hükümeti arasında imzalanan tarihi Gdansk Anlaşması’nın mimarı oldu. 1983’de Nobel Barış Ödülü’nü kazandı. 1990’da da bağımsız ve demokratik Polonya’nın ilk cumhurbaşkanı oldu.
Baltık’ın Yükselen Yıldızı, Kehribarın Başkenti
Günümüzde Gdansk, Pomeranya Bölgesi’nin en büyük kenti, ‘Baltık’ın yükselen yıldızı’, deyim yerindeyse… Uzun yıllar süren sessizliğinden, durağanlığından ve tekdüzeliğinden artık eser kalmamış. Sopot ve Gdynia kentlerine kara, demir ve deniz yoluyla bağlanmış, onlarla birleşmiş adeta… Baltık Denizi’nin güney kısına ardı ardına sırlanmış bu üç kardeş kent Trójmiasto (üç kent) diye adlandırılıyor. Gdansk, Polonya sanayisinin ve ekonomisinin merkezi olarak ön planda. Gdynia ise, limanıyla Gdansk’ın dünyaya açılan kapısı adeta… 1820’lerde bölgede konaklayan Napolyon’un doktoru Jean Georges Haffner’in meşhur ettiği Sopot da Baltık’ın turizm merkezi olmaya aday. Polonya’nın diğer tüm kentlerine tezat, lüks otelleri, dünyanın her köşesinden menülerin olduğu restoranları, barları, gece hayatı, plajları ve spa merkezleriye modern ve kozmopolit bir görünüme sahip.
Gdansk’taki turuma Dluga Targ’ı takip ederek devam ediyorum. Önce ortasında Neptün Çeşmesi’nin bulunduğu ana meydana, devamında da Yeşil Kapı diye adlandırılan kemerli kapıyı geçerek Motlawa Nehri’nin kıyısına ulaşıyorum. Kenarında küçük mücevheratçılar, hediyelik eşya dükkanları, lokantalar ve teknelerin sıralandığı nehrin üzerinde yüzen buz parçaları Gdansk’ın bir Baltık kenti olduğunu bir kez daha doğruluyor.
Gdansk ayrıca önemli bir kehribar üretim merkez, hatta kimilerine göre “dünyanın kehribar başkenti”. Özellikle Glowne Miasto’da kehribar taşından yapılma takılar ve süsler satan çok sayıda atölye ve dükkan bulunuyor. Fiyatları el yakan kehribara ’Baltık altını’ da deniyor halk arasında. Kehribar takıların görülebileceği bir yer daha var: Dluga Targ’ın girişinde yer alan ve Ortaçağ’da suçluların işkence gördüğü silindir biçimli kulede bir bulunan Kehribar Müzesi.
Gdansk’ta Hiçbir Şey Eskisi Gibi Değil…
Değişen ve gelişen Gdansk’a restoran ve lokantalar da ayak uydurmuşlar. Menülerdeki çeşitlilik, düşük bütçeli havayolları sayesinde kente akın eden ziyaretçiler sayesinde artmış. Dolayısıyla seçenekler borş çorbası, patates mücveri, sauerkraut ve pirogi ile sınırlı değil. Porsiyonlar Amerikan usulü büyük, fiyatlar makul, kalite yüksek. Tarihi caddenin market meydanına açılan köşesinde, Rönesans dekorlu bir binanın bodrum katına gizlenmiş Velevetka da bunlardan birisi. Renkli bir atmosfere sahip Velevetka’nın menüsünde Pomeranya mutfağından çeşitli örneklerin yanı sıra sadece Gdansk’a özgü olan Kaşubya usulü levrek, kaz etiyle pişmiş sarı turp çorbası gibi yerel yemekler bulunuyor. Velevetka’da Gdansk’ın yerli içkisi Goldwasser’i tercih ederseniz bir şey demem ama Polonyalıların piwo i sokiem dedikleri, içine meyve şurubu katılmış bira denemeye değer. Berlin’de Berliner Weiße içenlere farklı tatlarla lezzetlendirilmiş bira çok da yabancı değil.
Polonya’nın diğer yerlerinde olduğu gibi Gdansk’ta da restoranlar açıldıkça ve turizm geliştikçe mleczny bar’lar tek tek kapandı. Türkçe’ye ‘süt bar’ diye çevirebileceğimiz ama aslında sütle de barla da pek bir alakası olmayan ‘mleczny bar’lar komünizmin Polonya’ya bıraktığı bir miras. 1960’ların ortalarında komünist yöneticilerin icadı bu Polonya usulü kafeteryalar, resmi kantini olmayan işyerlerindeki çalışanların faydalanması için açılmıştı. Komünist dönemde özel restoran ve kafelerin kapatıldığı bir ortamda ‘mleczny bar’lar halka çok ucuz fiyata yiyecek ve içecek sunuyorlardı. Adındaki ‘süt’ sözcüğü bu mekânlarda daha ziyade süt ürünlerinin sunulmasından kaynaklanıyor. Bunun dışında ‘mleczny bar’larda omlet, patates ve tahıl ağırlıklı yemeklerle pirogi de sunuluyordu. Komünizm çöküp ’mleczny bar’lar yok olmaya yüz tutmuş olsalar bile halen Polonya’nın her kentinde mutlaka bir ‘mleczny bar’ bulunuyor. Gdansk’taki de Dluga Targ üzerindeki ‘Bar Neptun’. Burası, yaşlılar, öğrenciler, dar gelirliler ve entellerin halen uğrak yeri. İşin güzel tarafı, ‘fast food’ gibi algılansa da Neptun gibi ‘mleczny bar’lar aslında besin değeri yüksek geleneksel Polonya yemekleri sunmalarından dolayı aslında birer ‘slow food’ mekânı olmaları.
1970’lerde rejim karşıtı kanlı gösterilerin, 1980’lerde de Lech Walesa önderliğindeki Solidarność hareketinin merkezi olan Gdansk sokaklarında artık protestocuların haykırışları değil, ünlü Batılı grup ve sanatçıların şarkıları, caz gruplarının ve filarmoni orkestralarının ezgileri duyuluyor. Kavga yerine barıştan, sanattan ve turizmden söz ediliyor. Gelen turist sayısı her yıl gitgide artıyor. Gdansk, tarihiyle, mutfağıyla ve turizmiyle Polonya’yı dünyaya bağlıyor.
Komünizmin çöküşünden bu yana geçen yirmi yılda Gdansk’ta hiç bir şey eskisi gibi değil. Lech Walesa’nın bıyığı hariç…