Dünya haritasına dikkatlice her baktığımda, haritanın en üst kısmında, Atlantik Okyanusu’nun bitip de Kuzey Buz Denizi’nin başlayacağı yerde bulunan küçük bir ada görürdüm. Sadece okyanusun kutupla değil, aynı zamanda da Avrupa ve Amerika tektonik tabakalarının da buluştuğu yerde yer alan bu küçük adaya gitmeyi uzun yıllar boyunca hayal ettim. Geçtiğimiz yaz bu hayalim gerçeğe dönüştü ve Amerika’ya uçuşumu İzlanda üzerinden gerçekleştirdim. Benim için çok farklı anlamlar içeren eşsiz bir deneyimdi İzlanda. Reykjavik’te denize açılıp balinaları izledim, Batı İzlanda fiyortlarında dünyanın sınırlarına ulaştığımı hissettim, Snaefellsjökull Dağı’nda Jules Verne’in izini sürdüm, Mavi Lagün’ün şifalı sularında yüzdüm. İzlanda gezisi sonunda edindiğim tüm bu tecrübelerimi de hazırladığım İzlanda rehberi ile sizlerle paylaşıyorum.
Reykjavik: Ateş ve Buz Ülkesinin Başkenti
Önceleri İzlanda dendiğinde akla iki kelime gelirdi: “Björk” ve “buz”. Ancak son iki yılda bunlara “ekonomik kriz” ve “adını kimsenin telaffuz edemediği bir yanardağ” da eklendi. Neyse ki İzlanda ekonomik krizin yaralarını çabucak sardı, Eyjafjallajokull yanardağı da hava trafiğini birkaç hafta sabote ettikten sonra sessiz köşesine çekildi.
Kopenhag’tan üç saatlik bir uçuşla ulaşıyorum İzlanda’ya. Hem İzlanda dilinde hem de İngilizce’de “buz ülkesi” anlamına gelen İzlanda’ya “ateş ve buz ülkesi” demek daha doğru olur. Adada onlarca buzul, sıcak su kaynağı, yanardağ, şelale ve gayzer bulunuyor. Icelandair ve Iceland Express’in yanı sıra İskandinav Havayolları, Lufthansa, Air Berlin, Germanwings gibi havayolu şirketleri Avrupa’nın belli başlı şehirlerinden Reykjavik’e uçuyorlar. Keflavik Havalimanı’ndan başkent Reykjavik’e giden elli kilometrelik yolun iki tarafı volkanik kayalar, sönmüş lav akıntıları ve kıraç arazilerle kaplı.
103 bin kilometrekarelik ülkenin %63’üne hâkim olan bu yeryüzü oluşumu ‘volkanik çöl’ diye tanımlanıyor. Ay yüzeyinde kısa bir gezintiyi andıran bu volkanik çöldeki bir saatlik otobüs yolculuğunun ardından ulaştığım başkent Reykjavik ise tezat bir biçimde yemyeşil, rengârenk ve cıvıl cıvıl. Kuzeyin mavi çatısı altındaki Reykjavik 202 bin nüfusuyla İzlanda’nın üçte ikisini barındırıyor. Arkasında yükselen görkemli Esja Dağı’na sırtını dayamış olan başkent, aynı zamanda dünyadaki en kuzey başkent.
Beni İzlanda’da misafir edecek olan dostlarım Helga ve Arnor ile buluşup şehri dolaşmaya başlıyoruz. İlk durağımız şehrin ana caddesi Laugavegur. Kendimce “Reykjavik’in Teşvikiye Caddesi” diye adlandırdığım Laugavegur’da sanat galerileri, butikler, kafeler, hediyelik eşya dükkânları ve doğa sporu malzemesi satan mağazalar bulunuyor. İzlanda’daki en iyi barlar ve gece kulüpleri de burada. Reykjavik’in Laugavegur Caddesi, Cuma ve Cumartesi geceleri gençlerle dolup taşıyor. Kuzeyin eğlence başkenti Reykjavik’te sabahlara kadar süren partiler düzenleniyor, alkol su gibi tüketiliyor. İzlandalılar, kışları soğuk ve uzun geceler daha çabuk geçmesi, yazlarıysa batmayan güneşi kutlamak için alkol tükettiklerini söylüyorlar.
Son derece derli toplu ve Türkiye ölçülerinde küçük bir şehir olduğu için Reykjavik’i yürüyerek gezmesi son derece kolay ve keyifli. Sokaklar tertemiz ve güvenli, kaldırımlar birinci sınıf, sürücüler yayalara saygılı. Laugavegur’dan yukarıya doğru saparak şehri tepeden izleyebileceğimiz en iyi yer olan Hallgrims Kilisesi’ne doğru çıkıyoruz. Kiliseye uzanan Skolavörtustigur Caddesi üzerinde Reykjavik’e dair hemen her fotoğraf ve kartpostalı süsleyen, rengârenk cepheli ve dik çatılı evlerin en güzel örnekleri bulunuyor.
1945 yılında ilk tuğla konulduktan tam 38 yıl sonra, 1986 yılında açılışı yapılabilen Hallgrims Kilisesi, kentin sembol yapılarından birisi. 75 metre yüksekliğindeki kilisenin tepesinden Reykjavik’in panoramik manzarasını izlemek son derece keyifli. Kilisenin bulunduğu meydanda ünlü İskandinav kâşif Leif Ericson’un heykeli bulunuyor. Ericson’un Kristof Kolomb’dan yaklaşık 500 yıl önce Amerika kıtasına ilk ayak basan Avrupalı olduğuna inanılıyor.
İzlanda Mutfağı: Biraz Arktik ve Biraz Otantik
Sıra İzlanda yemekleri hakkında bilgi edinmeye geldiğinde liman bölgesine doğru ilerliyoruz. Kentin tam merkezindeki bir meydana geldiğimizde, Helga iki katlı mütevazı bir binayı işaret ederek binanın 66 sandalyeli İzlanda parlamentosu olduğunu söylemesi beni çok şaşırtıyor. Başbakanla görüşebilmek için bir telefon açıp randevu almak yeterli olabiliyormuş! Althingi diye adlandırılan İzlanda parlamentosu 930 yılından beri toplanıyor. Tam 1080 yıllık bu meclis, dünya üzerindeki en eski parlamento olma özelliğini taşıyor.
Ara sokaklardan geçerek limana varıyoruz. Burada, özellikle balina etiyle yapılan yemekleri ve deniz mahsulü çorbaları için tercih edilen bir mekân var: Saegreifinn. Adı ‘deniz baronu’ anlamına gelen bu liman lokantasının dünyaca ünlü spesiyalitesi ıstakoz çorbası. Önce bu leziz çorbayı deniyor, sonra da ana yemek olarak balina eti ızgarasını alıyorum. Görünümü bifteğe, tadıysa ciğere benzeyen balina eti için ne çok tatsız ne de çok lezzetli olduğunu söyleyebilirim. Bu arada bir not düşmem gerekirse, İzlanda’daki balina eti içeren yemekler, popülasyonu çok olan ve dolayısıyla nesli tükenme tehdidi altında bulunmayan minke balinası etinden yapılıyor.
İzlanda küçücük bir ülke; ancak mutfağı son derece özgün ve zengin… Her ne kadar İzlanda mutfağı ülkenin gelişmiş balıkçılık sektörünün üzerine kurulmuş olsa da hangikjöt (kuzu eti füme) ve slatur(kuzu iç organlarından yapılan sosis) gibi et yemekleri de bulunuyor. Geleneksel balık yemekleri pisi, morina, halibut, ringa gibi balıklardan yapılıyor. Kurutulmuş morina balığı hardfiskur ile ince kıyılan balık ve yulaf ekmeğiyle yenen plokkfiskur bu yemeklerden sadece ikisi. İzlanda’da puffin (deniz martısı), karabatak gibi deniz kuşlarının etleri de tüketiliyor. Bu kuşlar içerdikleri yüksek balıkyağından dolayı pişirilmeden bir gece önce süt içerisinde bekletiliyor. İzlanda mutfağının lezzetiyle değil de kokusuyla dillere destan bir yemeği daha var: hakarl. İzlanda dilinde köpekbalığı anlamına gelen hakarl, doğranıp 6 ila 12 hafta boyunca fermente edilen köpekbalığı etinden yapılıyor. Andrew Zimmern ve Anthony Bourdain gibi ünlü şeflerin dahi kokusuna tahammül edemedikleri hakarl, geleneksel İzlanda sofralarının vazgeçilmezlerinden.
Helga ve Arnor ile Reykjavik turumuza liman bölgesinde devam ederken İzlanda’da yaşam hakkındaki en ilginç bilgileri de bana onlar veriyor. Aynı zamanda dünyanın en kuzey başkenti olan Reykjavik, Kuzey Kutup Dairesi’nin sadece iki derece güneyinde yer alıyor. Gündüzlerin en uzun yaşandığı bir dönemde geldiğim için şanslı olduğumu söylüyorlar. Ağustos’ta olduğumuz için güneşin gece 1’e doğru batacağını ve 3-4 saat sonra tekrar doğacağını söylüyorlar. Kışın ise tam tersi oluyor; aydınlık geceler yerini karanlık gündüzlere bırakıyormuş. En kısa günlerde hava sadece dört saatliğine aydınlık oluyormuş. Helga’nın, sabah 8’de zifir karanlıkta işe gidip öğleden sonra 4’te işten çıkıp yine karanlıkta eve döndüğü günlerden bahsetmesi bile benim içimi karartmaya yeterken, o bu duruma alışmış görünüyor.
Uzun kış gündüzleri ve gecelerini evde televizyon izleyerek geçiriyormuş İzlandalılar. Ülkede bir devlet, bir de özel TV kanalı olmasına rağmen yabancı kanallar ilgiyle izleniyor. Amerikan ve İngiliz yayınlarıyla Anglosakson kültürünü tanıyan İzlandalılar kendi geleneklerinden hiçbir zaman kopmamışlar. İzlanda kültürü, gelenekleri, yemekleri ve dili yabancı etkilerden uzak kalmayı başarmış. Yüzyıllardır ataları Vikinglerin dilini konuşuyor, sagalarını okuyorlar. Dillerinde yabancı sözcük yok denecek kadar az. Atalarının yemeklerini yiyen İzlandalılar, fast-food’a geçit vermemişler.
Arzın Merkezine Seyahat Snaefellsjökull’da Başlar
Büyük bölümü aydınlık gecen bir gecenin sabahında Snaefellsjökull Dağı’na doğru yol alıyorum. Dağın ismi “karla kaplı buzul” anlamına geliyor. Adanın batısındaki Snaefellsness Yarımadası’nın ucunda, başkent Reykjavik’e 120 kilometre mesafede bulunmasına rağmen 1446 metrelik karlı zirvesi kentten görülebiliyor. İzlanda’da on sekizi son bin yıl içinde patladığı bilinen toplam 130 yanardağ var. Snaefellsjökullda bunlardanbirisi. Teknik anlamda aktif bir yanardağ olarak kabul edilse de son iki bin yıldır faaliyette değil.
Yukarılara doğru tırmanmadan önce Snaefellsness Yarımadası’ndaki şirin balıkçı kasabalarında duraklıyorum. Snaefellsjökull’a sırtını dayamış, nüfusu birkaç yüzü geçmeyen bu kasabalardan birisi de Olafsvik. Yanı başından dökülen irili ufaklı şelaleleri, jeotermal suları, yanardağı, buzulu, balinaları ve deniz kuşları, kısacası İzlanda’da görülebilecek her şey Olafsvik’te var. Bu yüzden de gezginler burayı “minyatür İzlanda” diye tanımlıyorlar.
Olafsvik’teki kısa molanın ardından dolambaçlı yolu takip ederek Snaefellsjökull Dağı’na yol alıyorum. Kışın araçla geçmenin mümkün olmadığı yolda yaz ortasında bile kar kütleleriyle karşılaşıyorum. Snaefellsjökull’dan Atlantik’in sonsuz mavisini, Batı İzlanda’nın ıssız fiyortlarını izliyorum. Snaefellsjökull, Jules Verne’in ünlü romanı ‘Arzın Merkezine Seyahat’te, mineraloji profesörü Lidenbrock’un bir runik el yazmasının izinden giderek dünyanın derinliklerine giden gizli geçidi keşfettiği dağ. Yıllar önce heyecanla okuduğum bu kitabın beni bir gün beni buralara çekecek kadar heyecanlandıracağı aklıma gelmezdi doğrusu.
Mavi Lagün ile İzlanda’ya Elveda
İzlanda’da yapılacak çok fazla şey var ve bunların tamamını tek sefere sığdırmak mümkün değil. Avrupa ve Amerika’nın tektonik anlamda birbirinden ayrıldığı Thingvellir’i, Avrupa’nın en güçlü şelalesi Dettifoss’u, Avrupa’nın en büyük buzulu Vatna’yı ziyaret etmeyi, Akureyri’de kuzey ışıklarını izlemeyi, bir Viking atının sırtında dolaşmayı bir dahaki sefere bırakıyorum.
Bir İzlanda seyahatinin Mavi Lagün görülmeden tamamlanmayacağı söylenir. Keflavik Havalimanı’na yakınlığı dolayısıyla Mavi Lagün’e hiç olmazsa giderayak uğramak gerekirmiş. Ben de öyle yapıyorum. İzlanda’daki çok sayıda jeotermal spa’dan en ünlüsü olan lagün, Reykjavik’in yaklaşık 40 km güneyinde, Grindavik volkanik arazisinde yer alıyor. Mavi Lagün’ün, sülfür ve silkat açısından zengin sularının özellikle sedef gibi cilt hastalıklarına iyi geldiği söyleniyor. Sıcaklığı her mevsimde 37-39 derece arasında oluyor. İzlanda yazının serin havasında bile Mavi Lagün’de yüzmek eşsiz bir deneyim. Hele kışın dışarıda dondurucu soğuk varken ve kar yağarken jeotermal suda yüzmenin keyfinin bambaşka olduğu söyleniyor.