Likya Yolu Yürüyüşü
Yaşadığımız her anın ne kadar önemli olduğu ve hakkını vererek yaşanması gerektiği söylenip dururken bunun korkusu ve telaşıyla heba edilir zaman. Gerçekten öyle yaşananlar ise tesadüfen gelişen ya da olması çok istenen anlardır. Haftanın altı günü çalışıp tatil gününde hem de sabah 7’de yollara düşebilmek ise zamanı gerçek yaşayabilmekten gelir.
Bordo perdenin kızıllaştırdığı odada perdeyi aralayıp gri havayı ve çiseleyen yağmuru görünce yatağa geri dönmek için birkaç neden bulmam gerekiyor. Ama “gitmek” var işin ucunda, orada sıcak battaniyenin altında huzurlu bir uykudan daha çekici bir eylem.
Antalya Doğa ve Sanat Severler Topluluğu’ndan 30 kişi ile Antalya Mavikent’te tarihi Likya Yolu’nun bir etabı olan Korsan Koyu’ndan Likya Yolu Yürüyüşü‘ne başlıyoruz ve hikayeler de başlıyor böylece. Yürüyüş boyunca herkes boy gösterecek kendi sahnesinde, inmek istemeyenler olacak, arkada bir yerlerde gizlenenler de. Ben ise bu yolun karelerinin, manzaralarının nasıl olacağı konusunda merak içerisindeyim. Sütun gibi ağaçların arasından geçen Likya Yolu’ndayız, deniz kenarında dantel gibi kıvrılan yoldan ağır ağır yukarılara yürüyoruz. İlk anlar farkında olamamışken arkama dönünce denizle aramızda adım attıkça yükselen sert uçurumları görüyorum. Etekleri köpüren koyu mavinin ve içinde akıp gittiğimiz yeşilin tam kavuşma noktasındayım. Kayaların arasından fışkıran siklamen çiçeklerine mi baksam, ardımda bıraktığım ve sürekli değişen manzaraya mı yoksa bana yukardan bakan dev ağaçlara mı?
Kıyının, burun şeklinde çıkıntısına oturtulmuş ve rüzgarıyla insanı allak bullak eden, tarihi Gelidonya Feneri’ne varıyoruz. Gece karanlığında önlerini göremeyip denize düşen kuşlar için yapılmış olması gibi bir çok hikayesi olsa da, bende bıraktığı etki rahatsız edici derecede sakinliği. Fener’den yukarı doğru yürürken burnun devamında Beş Adalar’ı görünce bu manzara karşısında arkama bakmaktan kendimi alamıyorum. Yürümekten, heyecandan terliyorum iyice, deli gibi esen rüzgar ve bol oksijen iyice aklımı başımdan alıyor. Tekrar ormana akıp gidiyoruz. Önce oldukça uzak olan küçük adalar hiç kesilmeyen adımlarla yaklaşmaya başlıyor, yolu biran önce bitirmek istesem de tüketmek istemiyorum. Molalar susuzluktan açlıktan ziyade sırf vücuduma enerji sağlamak için, yoksa uzun süre devam edecek enerjiyi çoktan depoladım bile.
Fotoğraf: Ferhan Bozkaya |
Her zaman her yerde yaşadığım kurallara insanlara bağlı kalma korkusu başlarda içimi kemirse de kısa sohbetlerden sonra bir de bakıyorum ki etrafımda kimse yok. Herkes bir yerlere dağılmış, adımlar bitiş noktasına odaklanmış. Aslında tek farklılığı iniş çıkışlar olan patika, benim gözümde birden renk değiştiriyor, daralıyor, açılıyor yol herkese faklı görünüyor belki şuan. Bazıları sadece yolu görüyor, bazıları kendini. Adım attıkça karşıma çıkıyorum, kendi içimden geçiyorum, o an etrafımda kimse olmadığını biliyorum. Ceplerimden çantamdan bir şeyler çıkarıp atıyorum etrafıma, savruluyor her şey. Kulağıma seslenen “Little Bird” şarkısı ile eve doğru gidiyorum, bu yoldan geri dönmeyi hiç istemiyorum. 16 kilometrelik etap da savrulan düşüncelerle bitiyor. Bitiş noktasına varınca hiç o yolda yürümemiş gibi hissediyorum. Belki ormanda bir hayvan, denizde bir balık görmüştür de beni birilerine kanıt olur o izler, yola bırakılanlar. Yoksa otobüse binip dönüş yoluna koyulunca bile emin olamıyorum hayal gibi geçen bu yolda olup olmadığımdan.
Fotoğraf: Ferhan Bozkaya |
Adrasan / Musa Dağı – Olimpos
Günler bazen bir zamanın, kısa bir anın yakalanması için geçiştiriliyor. Her gün gidilen yerler, görüşülen insanlar, tadılan lezzetler yetmiyor o zamanlar beklenirken. Yeni adımlar için yola koyulunca bu gitmenin de bir gün sıradanlaşacağı akla gelmiyor hiçbir zaman.
Adrasan’dan, portakal ağaçlarının arasından yürümeye başlıyoruz, yol ormana karışıyor yavaş yavaş ve dikleşerek güzelleşiyor. Musa Dağı’nın kıvrımlı eteğinde daracık bir patikadan yol alıyoruz. Yine upuzun çam ağaçları, bazıları atmış kendini yola, yıkılan koca gövdenin altından üstünden geçiyoruz. Birkaç gün önce yağan yağmurla iyice kızıllaşmış toprak, gürleşen bitkilerin üstlerinde küçücük çiçekler var. Yürüdüğümüz kızıl patikada sivrilen kayaları hissetmek bile hoşuma gidiyor, çünkü o an doğa varlığını kanıtlıyor. Masmavi gökyüzü Musa Dağı’nın zirvesiyle buluşmuş, kafamı kaldırdıkça iki rengin mükemmel uyumunu görüyorum. Sabahtan akşama kadar süren doğa seansında, sadece ona adapte olarak ilerlediğim yol bir daralıyor, bir kıvrılıyor. Tek sıra halinde ip gibi uzanıp yürürken üç beş adım sonrasını görmeden ilerliyorum. Kimi günlük hayattan kalanları konuşuyor, kimi yeni bir şeyler konuşmaya çalışıyor, benim ve birkaç kişininse ağzını bıçak açmıyor. Aklımdan geçenlere duyduklarıma o kadar uzak kalıyorum ki sadece dağ, ağaçlar, toprak, çiçek, gökyüzü ve gözümün gördüğü renkler dolduruyor beynimi. Musa Dağı’nın zirvesine yol aldıkça zikzaklar artıyor, grubun başı bir setten çıkarken sonu bir alttan yılan gibi takip ediyor. Renkli bir yılan gibi görülen grup kıvrıldıkça toplu halde derin nefes alışlarıyla sessizliğe bürünüyor.
Fotoğraf: Ferhan Bozkaya |
Olimpos
Musa Dağı zirvesine varınca kısa bir öğle yemeği molası veriyoruz, çimlerin üstüne uzanarak midemi enerji verecek yiyeceklerle dolduruyorum. Portakal ağaçları, sera manzarasına dalarak hafif rüzgar uğultusunda içilen kahvenin tadı ise sadece yaşayarak farkına yaşananlardan.
Tekrar yola koyulunca bu sefer dağın arka tarafından zorlu bir inişe başlıyoruz. Dik yamacın ortasından geçen incecik çizgi halindeki patikadan aşağı doğru bırakıyorum kendimi. Likya Yolu Yürüyüşü rehberimizin “yola konsantre olun” uyarısıyla bu sefer tam tersi istikamette çalışan bacak kaslarımız geriliyor, düşme tedirginliği vücut sıcaklığını arttırıyor. Müzik dinleyerek devam ederken blues tarzından oluşan “Doğa Parçaları” adı verdiğim parçalar beni sakinleştiriyor. Dağın bu tarafında daha sık ağaçlar ve belime kadar gelen otlar var. Aralarından geçmek hızımızı düşürürken ‘balta girmemiş’ tabiri tıpatıp uyan bir ormana dalıyoruz. Uzun kolları birbirine sarmalanmış ağaçlar, onların arsından fışkıran uzun bitkiler ve aradan akıp giden incecik, meyilli bir yol. Yolun üstünü sarı turuncu yapraklar kaplamış, düşmemek için arada gövdelerini tuttuğum ağaçlara dokunmak iyi hissettiriyor. Bazı ağaçların gövdelerinin sıcak, bazılarının buz gibi soğuk olduğunu fark ediyorum. Bu keyifli iniş anı kendimi mistik ve gotik bir film sahnesinde yaşatıyor. Güneş ışığı alamayan bu yol, güneşin çoktan battığını düşündürürken, biraz sonra öyle olmadığı anlaşılıyor. Ağaçlarlar seyrekleşip gün ışığı artmaya başlayınca bitiş noktasına yaklaşmış oluyoruz. Son adımlarda yolun ne çabuk tükendiğini düşünürken bir taraftan da nerede bitireceğimizi merak ediyorum. Son dik kayadan Olimpos antik kenti içindeki çaya inerek 16 kilometrelik yolu tüketmiş oluyoruz. Etabı bitirmenin keyfini, bir yerlere ilk defa adım atıyor olmanın ve yeryüzünde iyi niyetle, mutlulukla basmanın mutluluğuyla yaşıyorum.