Ben hayalleri kocaman bir çocuktum. Ailemin, “Hayat Bilgisi” dersinde kullanmam için satın aldığı minik Türkiye Atlası bana asla yetmiyordu. “Küçük Kara Balık” gibi gözüm hep başka coğrafyalarda, başka sularda, farklı kıtalardaydı. Dışarıda ne var, başka insanlar neler yapıyor, o dizilerdeki, reklamlardaki, filmlerdeki ve video kliplerdeki çocuklar, adamlar ve kadınlar neden öyle değişik giyiniyor ve konuşuyorlar çok merak ederdim. Onları taklit ederdim bazen gizli gizli, bazen alelade. Annemle babam baktılar böyle olmayacak, bu minik kız kendi kendine yabancı dilleri sökmeye çalışıp yazdığı hikayelere Türklerden farklı milletlerden de karakterler ekliyor, kırtasiyeden özene bezene en büyük, en güzel atlaslardan birini aldılar bana. Ve dünyanın bütün kıtalarını ve orada yaşayan insanları anlatan değişik ansiklopedileri de… Köyde yaşıyorduk, köydeki tek ilkokulda, birleştirilmiş sınıfta okuyordum ama zihnimde dünyaları dolaşıyordum. Benim gezgin olma serüvenim o atlaslarla, ansiklopedilerle başladı diyebilirim. Tabi o zamanlar vize problemleri, pasaport sorunları, Schengen Vizesi gibi dertlerim yoktu.
Büyüdükçe gezme hevesim arttı. Gitmek istediğim yerlerin listelerini yapmaya başlamıştım. Sanıyordum ki ne zaman nereye gitmek istesem bu dileğim derhal gerçekleşecek. Hevesliydim ve ilgiliydim ya, üstelik insanları da çok seviyor, onları tanımak, dillerini öğrenmek istiyordum, bana ne engel olabilirdi ki? ‘Vize’ kelimesi, yaşadığım coğrafyada (Trakya) bir şehir isminden ibaretti benim için. Pasaport da olsa olsa televizyonda akşamları yayınlanan bir bilgi yarışması tarzı bir programın adı olmalıydı. Değilmiş…
Fazıl Hüsnü Dağlarca çok güzel özetliyor insanlığın trajikomik halini: “Yeryüzünde ilk kirlenmedir / ülkelere bölünmesi yeryüzünün”
İlk pasaportum yeşil renkli idi. Annem ve babamınkiyle aynı renk. Yalnızca bir kez kullandığım yeşil pasaport ile ilk yolculuğumu Almanya’nın Düsseldorf şehrine yapmıştım kardeşimle. Nasıl da heyecanlıydık.. Havaalanına neredeyse yirmi dört saat önceden gitmiştik. Orada yurt dışına çıkmak için ücret ödememiz gerektiği söylenmişti bize ve bu yurtdışı çıkış harcı ücreti 2004 yılında tam 70 (milyon) TL idi. Neden ülkeden çıkarken para ödememiz gerekiyordu ki? Başka ülkelere gitmek lüks kategorisine mi giriyordu acaba? Satın aldığımız uçak biletleri yetmiyor muydu? Ben o atlastaki gitmek istediğim milyonlarca farklı nokta için hep bunu yaşamak zorunda mı bırakılacaktım?
Türk’ün Vize İle İmtihanı
Zaman geçti… Pasaportumun yeşili gitti, laciverte (artık bordo) döndü. Çalışmaya başlamıştım çünkü artık. Gitmek istediğim yerler için vize almam gerektiğini söylediler. “Tamam” dedim; alırız. “Bunun için ücret ödemen gerekli” dediler ve eklediler: “Ayrıca bolca evrak toplamalısın, maddi durumun gezmeye elverişli olmalı, kalacak yerin yurdun belli olmalı.” “Benim nerede kalacağım belli olmaz ki, ben ‘Couchsurfing’ ailesindenim” dedim. “Olmaz öyle şey” dediler. Ayrıca gidiş dönüş biletlerim de olmalıymış. Otostopla, bisikletle, yürüyerek dünyayı gezemezmişim. Bütün bu kısıtlanmışlıklara, aşağılanmalara ek olarak da bu vize denen şey için konsolosluk önüne sabahın kör vaktinde gidip sıraya girmem, gerekirse insanlarla tartışmam, yorulmam, çalışıyorsam işten izin almam, zamanımdan çalmam gerekiyormuş. Bir de zombiye benzeyen, hiç gülümsemediğim, makyajımın, takımın, alnımda saçımın olmadığı bir fotoğraf çektirip götürmem gerekiyormuş. Parmak izimi de alabilirlermiş. Bütün bunlara rağmen eğer uygun görmezlerse bana vize vermeyebilirlermiş, yani ben o gitmek istediğim ülkelere giremeyebilirmişim. Üstelik farklı bir coğrafyaya giderken işyerimden, üst kurumumdan izin almalı, dilekçeler yazmalı, “şu tarihte şuraya şu amaçla şunu yapmak üzere gidebilir miyim?” diye sormalıymışım. Yeterince büyümemişim ben demek ki, kendi kararlarımı verecek olgunluğa erişmemişim! Türk’ün vize ile imtihanı. Ben ilk sınavımı telaşla, heyecanla vermiştim işte böyle.
Sanıyordum ki her yerde bu tarz uygulamalar var, herhalde insanlığın geldiği vahim nokta bu; kimse kimseyi sevmiyor, kimse kimseye güvenmiyor, kimse toprağına başkası ayak bassın istemiyor. Dağlarca haklı.
Türk Pasaportu – Dünyanın En Pahalı Pasaportu
Sonra baktım ki olay pek de öyle değil. Benim ülkem vatandaşına “dünyanın en pahalı pasaportu”nu veriyormuş meğer. Herkese farklı rengini vermiş. Vizesiz dolaşım için gereken çabayı yeterince göstermemiş. “İsteyen uğraşsın gitsin, uğraşmak istemeyen önce kendi memleketini gezsin” demiş.
Ben uğraşanlardanım. Sekiz yıldır fırsatım oldukça yeryüzünü dolaşıp, çocukluğumda aldığım kararları uyguluyorum ve biliyorum ki o televizyonda gördüğüm kıyafetleri farklı, dilleri farklı insanlar aslında bizden çok da farklı değiller. Hepimizin ortak değerleri ve duyguları var, hepimiz aynı şarkılara hüzünlenip aynı şeyleri ayı anda hissedebiliyoruz. Hepimizin eşit hakları var, bu haklarımızın evrensel beyannamesi var. Hükümetlerin, devletlerin, politikacıların, kadınıyla erkeğiyle vatandaşın çiğnememesi ve üzerinde düşünmesi gereken temek kurallar var.
Vize Soruları – Vize Problemleri
En son İngiltere için vize başvuru formu doldurdu çocukken atlas okuyan çocuk. Formdaki soruları cevaplarken sinirli gülümsedi. Çünkü ona terörist olup olmadığını, orada kimde, nerede kalacağını, kaldığı yerde yiyecek ihtiyaçlarının nasıl karşılanacağını, kaç parayla gideceğini, aylık gelirini, daha önce suç işleyip işlemediğini, orada yaşayan tanıdığı olup olmadığını, varsa kaç tane olduğunu, onların isimleri ve yaşadıkları adresler soruldu. Ve daha hatırlayamadığı pek çok başka şey…
Biliyorum ki yalnız değilim. Benim gibi çocukken atlas okuyup hayallere dalan çocukların pek çoğu şimdi deneyimli birer gezgin ve yine çoğu bu gereksiz, insanlık dışı, saçma uygulamalar ve haksızlıkların ortadan kalkması için uğraşmaktalar. Çünkü bu dünya hepimizin ve sahip olduğumuz seyahat özgürlüğü var. Dilediğimizce gezmek herkesin en doğal ihtiyaçlarından biri, seyahat etme lüks değil.
Biz hala kocaman hayalleri olan çocuklarız, ya siz?